deneme bonusu grandpashabet güncel adres betpark süperbetin giriş betebet bets10 Matadorbet vdcasino tipobet giriş onwin giriş deneme bonusu veren siteler 2023 giriş onwin grandpashabet grandpashabet

Anadolu'da elli yıl kalan bir papaz seyyah; arkeolog Remsi -w. M. Ramsay-

Genel 01.02.2022 - 13:02, Güncelleme: 01.02.2022 - 13:02
 

Anadolu'da elli yıl kalan bir papaz seyyah; arkeolog Remsi -w. M. Ramsay-

ANADOLU’DA ELLİ YIL KALAN BİR PAPAZ SEYYAH ARKEOLOG REMSİ (W. M. RAMSAY) Arkeolog ve Papaz olan Remsi, 1880’de ülkemize gelmiş, ülkemizi gezmiş, makale ve kitaplar yazmış, ara sıra da ülkesine dönerek, yaptığı çalışmalar hakkında kendini destekleyen kurumlara rapor vermiştir. 1939 yılında ölen Remsi’nin 1926-1928 yıllarında bile hâlâ Yalvaç-Antakya öreninde kazı yaptığını görüyoruz.  O yıllarda Anadolu’yu tozlu yol yapan Batılı gezgin ve araştırmacılar, behemehâl birbirleriyle yazışmakta ve birbirlerini bilgilendirmektedirler. Ülkemizi büyük heyetler hâlinde ve zaman zamanda yalnız gezmişler, izinli ve izinsiz kazılar yapmış, Anadolu’da buldukları tarihî eserleri yağmalamış, kaçırmış ve insanımızın birçok cepheden röntgenini çekmişlerdir. Remsi’nin eserlerinden bazıları şunlardır. * 1882 “Küçük Asya’da Çalışmalar”.  * 1886 “Manuel’in Türklere karşı Seferi, MS 1176”. * 1887 “Firikya’nın Şehir ve Piskoposlukları”.  * 1890 Historical Geography of Asia Minor (Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası). * 1897 “Firikya’nın Şehir ve Piskoposlukları ve Türkiye İzlenimleri”. * 1902 “Küçük Asya’da Tarihi ve Dini Belirleyen Coğrafî Koşullar”.  * 1906 “Wilson Mütevelli Heyeti'ne Firikya ve Likonya'daki Keşif Üzerine Ön Rapor”. * 1915 “Yeni Ahit'in Güvenilirliğine İlişkin Son Keşfin Taşıdığı (Klasik Yeniden Basım), Unutulmuş Kitaplar”. * 1918 “Başkanlığın Coğrafya Derneği'ne Adresi, Coğrafya Öğretmeni”. * 1960 Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, terc.. Mihri Pektaş, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul. * 2000 Tarsus (Aziz Pavlus’un Kenti), terc.. Levent Zoroğlu, Türk Tarih Kurumu, Ankara. * 2015 19. yy Sonlarında Türkiye’de Günlük Yaşam, Agnes Dick Ramsay, terc. R. Ç. Oban, E. Uyanık, * 2019 İsyan Günlerinde İstanbul, Bir İngiliz Arkeolog’un Gözünden 31 Mart Vakası, terc. G. Şehirli, Timaş Yayınları. Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası adlı kitap, benin başucu kitaplarından en başta gelendir. 2008 yılından beri çok sık başvurduğum kitabı eskittim sayılır, ama hâlâ ulaşamadığım ve çözemediğim hususlar var. Eseri 1960 yılında Türkçeye kazandıran Mihri İffet Pektaş, Remsi’yi (1851-1939) şöyle tanıtır: Anadolu kıtasının göğsünde izleri silinmiş gibi uzanan eski yolların çizdiği hiyerogliflerde kendisinden evvel kimsenin şüphe etmediği, esrarlı bir mana sezen, bu çıplak ve ketum toprak yığınlarının altında ne Grek, ne de İranî olmayan, daha eski ve çok medeni bir varlığın uyumakta olduğuna inanan ilk arkeolog Sir William Ramsay olmuştur. -Mihri İffet Pektaş (1897-1979) - Remsi (W. M. Ramsay, 1851-1939)- Yeni Ahit Uz. Oxford Ü. Profesörü Remsi, arkeoloji ve tarih alanlarında dokuz farklı üniversiteden fahri doktora alır. Onu, 13. Leo altın madalya (yıl 1893), Kraliyet Coğrafya Topluluğu ise Viktoria Madalyası ile ödüllendirir (yıl 1906). Mihri İffet (1895-1979), sıradan bir çevirmen değil, onun çok güzel bir Türkçesi ve tarih bilgisi vardır. Robert Kolej (Amerikan Kız Koleji) mezunu ve Kolejin Türkçe ve İngilizce öğretmenidir. 1935’de Atatürk’ün isteğiyle MV olmuş, üç dönem Milletvekilliği yapmıştır. Robert Kolej’in ilk Müslüman öğrencisi ve kolejin İkinci Müdürü, Kurtuluş Harbinde Atatürk’e, Lozan görüşmelerinde ise Türk heyetine tercümanlık yapan Hüseyin Pektaş’la evlenmiştir. Hamdullah Suphi, TE. 1828, Türk Yurdu, “Eski Anadolu ve Sör Vilyam Mişel Ramzey” yazısında, Remsi’nin, ilk defa 1880’de Anadolu’ya ayak bastığını söyler ve Remsi’nin “ulvî ve müheyyiç bir cümlesini” şöyle verir: “Karanlıkların içinde bir çocuk gibi etrafımı yoklaya yoklaya dolaşıyorum. Zaman zaman peyda olan bir ışığın altında biraz görür gibi, farkeder gibi oluyorum, tekrar karanlıklara dalıyorum ve aramakta devam ediyorum. Zaman zaman peyda olan o hafif ışığın bana gösterdiği hakikat odur ki, eski Anadolu’da evvelâ Romalılar, Romalılardan evvel Greko İyonyenler ve onlardan evvel Hititler ve Hititlerden evvel ise kadim Türkçeyi konuşan cetleriniz Türkler vardı. Anadolu’da Boğa dağlarının intişar sahası gibi bazı mühim mıntıkalarına Hititler girmedi. Fakat oralarda da eski Türklerin izine tesadüf olunur”. Hamdullah Suphi bu yazısında devamla: “V. Ramzey bu sözleri söylerken dört sene evvel Türk Yurdu’nda neşrettiğimiz bir mektubu aklıma geldi.  Yalvaç havalisindeki yaptığı hafriyatı ve bunun neticelerini hikâye eden mektubunda Ramzey, o havalide en eski halk tabakasının Türkler olduğunu ifade ediyordu. Müze müdürünün zarif Türk işlemeleri, Türk minyatürleri ve eski Türk kilimleri ve eşyasile süslediği misafir odasında bu mübarek ve ihtiyar âlimin doğrudan doğruya ilme ve dolayısile Türk milletine ifa ettiği emsalsiz hizmeti minnettarlıkla düşündüm. Anadolu üzerinde tarihî haklar iddia edenlere karşı Ramzey’in elimize verdiği müdafaa silâhı tarafımızdan ödenmesi muhal olan bir kıymet ve ehemmiyettedir. Tekrar sordum: - Anadolu’da Rumluk bir ırk mıdır, din midir? Sarahat ve kat’iyetle cevap verdi:  - Anadolu Rumluğu din üzerine müesses bir milliyettir. Doğrudan doğruya bir millet değildir. Grekler vahdeti ancak Ortodoks kilisesi sayesinde tesis ettiler. Anadolu’da millet ve milliyet anlamında Rumluk yoktur” [Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Günebakan, 2. Bs. Ankara 1929, s.192-94]. Remsi’nin bazı sözlerine şüpheyle yaklaşıyorum. O, bazı sözlerini günün icabı, Türkleri hoşnut etmek için söylemiş olabilir. Onun esas fikirleri kitabındadır. Bu büyük araştırmacı görüleceği gibi, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası hakkındaki usûlî ve ufkî meselelerde başarılı olmuş, ama yabancı olduğu için olacak, arazi ve şehirlerin yerinde pek çok hata yapmıştır. 1. Anadolu ve bilhassa Göller Bölgesi’nde vukû bulan coğrafî değişimi fark edememiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak, “ya benim eserim sırf bir hatadan ibarettir, yahut da Anadolu haritasının büyük bir kısmı tamamiyle değişmelidir” der (s.106). Ve böylece hatalarına işaret etmekle kanaatimce büyüklük göstermiştir. 2. İslam coğrafyacılarından İbn Hordazbih ve el-İdrîsî’nin verdikleri yolları araziye yerleştirememiştir. Hâlbuki bu yollar, Anayol (via regia) ve Roma Askerî yolu olup, Roma kaynaklarından alınmadır. 2.1. Anayol’u (Tarikü’l-Cadde, Kıral Yolu, via regia) bilememiş ve araziye yerleştirememiştir. 2.2. Roma Askerî Yolu’nu bilememiş ve araziye yerleştirememiştir. 2.3. Şehirlerin yerini yanlış bildiği için Pötinger (Peutinger) tablolarını araziye yerleştirememiştir. 3. Kapadokya’nın güneyindeki Ankara’yı bilememiş, onu Kütahya ile Bergama arasına koymuştur. 4. Bizans Asyası’nın yerini bilememiştir. O, bu konuda “tam Bizans mânasiyle Asya bence o kadar müphem ve az bilinen bir eyalettir ki, buna ait şehirlerin yerlerini inceden inceye münakaşa edemeyeceğim” der (s.111).  5. Thrakesia temasının yerini bilememiştir. 6. Firikya Hellespontia’nın yerini bilmez ve “Büyük Firikya tâbiri, eski Firikya Hellespontia tâbirinin uzak bir hatırasına benzer” der (s.165) ve onu da Balıkesir ile Çanakkale tarafına götürür. 7. Hatalı olarak, Kelene (Kelainai) ve Apameia’yı Dinar, Amorion’u Emirdağ-Hisarlıkaya, Eumeneia’yı Çivril-Işıklı, Tyna’yı ise Niğde-Kemer-hisar’a yerleştirmiştir. 8. Brakena’nın (Prakana, Bragana) İbradı, Seleukeia’nın Manavgat-Selukule olduğunu bilememiştir. 9. Aynı adla anılan birçok ikinci ve üçüncü şehirlerden Laodikya (Eğirdir), İznik veya Mikra İznik (Senirkent-Uluğbey), Myria, Myrina, Myrna (Barla önü: İzmir, Apameia), Kyzikos (Afşar-Kızık), Bergama (Hoyran Gölü Gaziri Adası), Edremit (Yalvaç- A. Tırtar) vs gibi birçok şehrin yerini bilememiştir. Eski Tralles (Barla), Tripolis (Barla yanı), Ainos (Barla önü), Sart (Barla), Parlais (Barla), üçüncü bir Menderes, ikinci bir Sangarios, ikinci, üçüncü Halys ile Yalvaç’ın Alaşehir olduğunu bilemez. Poimenenon, Lopadion, Dipotamon veya Mesanakta, Kırk Martyrs Gölü, Kedrea, Lampe ve Soublaion’u yanlış yerleştirir. Selçuk-Ayasuluk’tan gayri, iki adet daha Ayasuluk’u, ikinci bir Efes, ikinci bir Lidya ile Mysia Olympos’u ve Aorata denilen yeri bilemez. Aorata, Şarkîkaraağaç-Oras köyüdür. 10. Kemer Boğazı garbındaki Aporidoskome’yi (Geçit vermez köyü), Isparta-Baradız’a götürmüştür. 11. İskender (MÖ 333) ve Konsül Manlius Vulso’yu (MÖ 189) yanlış yoldan Gordion’a götürmüştür. 12. Akhyraous (Kotoiraikia: Kötürnek-Gelendost), Kiminas (Gemen-Yalvaç) ile Gelendost-Yalvaç civarındaki birçok ismi Balıkesir-Çanakkale civarına götürür. Bu misalleri daha da çoğaltabiliriz. 13. En mühim hatası, olaylarda zikredilen isimleri, olayların vuku bulduğu yerlerde arayacağına, olayları, herkesçe malum şehirlerin yerlerine götürmüş ve bu sebepten ilk yedi kiliseyi de bilememiştir. 14. İlk yedi kilise; 1. Gelendost- Efes, 2. Eğirdir (Laodikya), 3. Barla (Sart), 4. Barla-Eye Br. (Myria: Apameia), 5. Kemer Boğazı (Thyateira), 6. Hoyran Gölü Gaziri Adası (Bergama), 7. Yalvaç (Filadelfiya). Bu söylenenler, onun eserinin sıhhat derecesi hakkında yeterli bilgiyi verir. Buna rağmen büyük araştırmacıyı silip atamayız. Onun çalışmalarında kullandığı kaynaklardan aktardığı bilgiler ve düşünme tarzı çok mühimdir. O, bu eserini yazmamış olsaydı, ben şahsen bir adım atamazdım. Tâbir caizse o torbasına gerekli bütün taşları doldurmuş, fakat dizmesini becerememiştir. Bir nebze de olsa onun torbasındaki taşları dizmek bize nasip oldu. ***  Remsi’yi Anadolu’ya gönderen Asya Keşif Fonu ile Kraliyet Coğrafya Kurumu’dur. O, Şarklılık-Yunanlılık konusunda dikkate şayan, şahane tasvirlerde bulunur (s. 23-26). Hep beraber okuyalım: Asya ile Avrupa’nın arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadası tarihin başlangıcından beri şark ile garbın harp meydanı olmuştur. Bu köprüden şarkın dini, sanatı, medeniyeti Yunanistan’a geçmiş, yine bu köprüden Yunan medeniyeti Makedonyalı İskender’in eliyle şarkı zapt ve teshir etmek, Asya’yı ta Hindistan’ın kalbine kadar değiştirmek üzere geri dönmüştür. Şarkın garbı yenmek için yaptığı her teşebbüste sırası ile Farslar, Araplar, Mongollar ve Türkler hep bu yoldan gelip geçmişlerdir. Onu (Anadolu’yu) şark ruhiyle garp ruhunun cenk meydanı yapan sebep memleketin kendi tabii vaziyetidir. Bu geniş, hareketsiz ve yeknesak yayla, orta Asya’nın bir temadisi gibidir.  Yayla, manzarası itibariyle de, garp sahillerinin son derecede zıddıdır:· Yaylanın Antitoros’tan başlayıp garbe doğru uzanan mühim bir kısmını: hafif inişli yokuşlu ovalar teşkil eder. Manzara yeknesak ve donuktur. Hatta Firikya’nın dağlarında bile bir serâzatlık görülmez. Lâkin her tarafta renk hazin olmakla beraber, bu yerlerin kendine mahsus öyle bir cazibesi vardır ki, bir zaman sonra insanın kalbini Yunan âleminin o parlak mütenevvi manzarasından daha kuvvetle teshir eder. Uzun, şedit kışlarla, kısa, sıcak yazların arasındaki büyük tezat, şüpheli bir yağmur bekleyen mümbit topraklar, bura ahalisinin ruhuna insanların hiçliğini, tabiatın kuvvetlerine olan zebunluğunu silinmez bir surette yerleştirmiştir.  Bu halet-i ruhiyeye yaylanın dininde ve efsanelerinde de tesadüf ederiz. Bu efsanelerin hepsi hazindir. Lâkin Adalar Denizinin sahillerinde manzara Yunanistan’daki kadar parlak ve mütenevvidir. Körfezlerle burunların, taşlık sivri dağlarla mümbit vadilerin mütemadi tahavvülünde yeknesaklıktan, hüzünden eser yoktur. Birbirini takip eden dillerle burunlar, kendilerini adalardan ayıran denizi sanki aşmak ister gibi garba doğru uzanırlar. Böylece yayla, her cihetten şarkla garbin arasında bir hudut, şark ve garp ruhlarının çarpıştığı bir meydan olmuştur.  Romalılar Anadolu’da hüküm sürdüler, çünkü o harikulâde idare kabiliyetleriyle hükümetlerinin tarzını yaylanın insanlarına uydurmasını bilmişlerdi. Filvaki büyük şehirler zahiri bir garp çehresi takındılar, Lâtin ve Yunan isimleri aldılar; Latince ve Yunanca, hükümetin, kültürlü sınıfın, yüksek tabakanın lisanı oldu. Edebiyat ve çok derin gitmeyen tarih yalnız bu sathi görünüşü takip etti. Ben de seyahatime başladığım zaman meselenin bundan başka türlü olabileceğini hatırımdan bile geçirmiyordum. Lâkin ben de hakiki vaziyetin bundan tamamiyle başka olduğuna yavaş yavaş kani oldum. Miladın üçüncü asrında bile Yunanca yayla halkının lisanı değildi: büyük bir kısım halk Likonya, Galatya ve Firikya lisanlariyle konuşuyorlardı, yalnız kitap yazanlar Yunancayı, hükümet erkânı Latinceyi kullanıyordu. Halk kendi dinini tutmakta devam ediyordu: her ne kadar münevver tabaka kendi ilâhlarını Yunan ve Roma ilâhlariyle birleştiriyorlar, onlara Yunan isimleri veriyorlarsa da bunların hiçbirinde Yunanlı ve Romalı evsafı yoktu; tamamiyle Asyaî idiler. Hıristiyanlık memleketi zaptettiği zaman ne Yunanistan’ın, ne de Roma’nın yapamadığı bir şeyi yapmağa muvaffak oldu: Lisanını halka cebren kabul ettirdi. Lâkin Firikya’nın Hıristiyanlığı asla Avrupa’nınkine benzememiştir. Yunanî ve Lâtin isimler alan birçok şehirleri bir zaman sonra tekrar eski isimlerine avdet etmeleri çok dikkate değer. Konstantinople şehrinin tesisi garbın Anadolu’yu sahiden teshir edemediğine bir işaretti. Her ne kadar Roma dehâsının kurduğu idari teşkilatın muazzam kuvveti asırlarca sürdü ise de Bizans hükümetinde şarkın ruhu asırdan asra kuvvetlendi; bir hükümdar ailesi ötekini devirdi ve her yeni gelen kendinden evvelkinden daha az garplı oldu. Firikyalılar, İsauryalılar, Kappadokyalılar ve Ermeniler Romalı imparatorlar tarzında birbiri arkasından hüküm sürdüler. Nihayet bir gün tamamiyle şarklı olan Osmanlı sülalesi gelip bu zahiri garp şeklini de bertaraf etti. Anadolu’nun lisanı, dini ve idaresi en nihayet fıtratının meylettiği şarklı hedefe vasıl olmuştu. 1453’te İstanbul’un zaptı ile tamamlanan bu seyir ve cereyandan daha şayanı dikkatini tarihte bulmak kabil değildir. Bugün, şarkın Anadolu’da asırlardan beri engelsiz devam eden idaresinden sonra, eski cidal yeniden canlanmıştır. Adalar Denizi sahilinde Rum unsuru yavaş yavaş şarklının yerini almaktadır.  Yunan ırkının kendi hükümetinden başka her hükümet idaresinde gösterdiği kuvvet ve hayatiyet sahildeki vadileri yavaş yavaş ele geçiriyor demiştim, ama itiraf etmeliyim ki, Yunanistan’ın bu birkaç sene zarfında gösterdiği inkişaf dört sene evvel yazılan bu cümledeki imayı tekzip ediyor. Osmanlı unsur her ne kadar ricat etmiyor yahut açık harple geri sürülmüyorsa da sahilde yavaş, fakat kat'i bir inhilal ile ölmektedir. Bununla beraber içeriler hâlâ tamamiyle şarklıdır.  Anadolu’da iki rakip şebeke görürüz: bunların birisi Yunan - Roma zamanından kalma eski büyük şark yolunu takip ederek, büyük Yunan-Roma payitahtı olan Efes'ten geçer ki, şimdi bu şehir limanını kaybetmiş, tamamiyle mahvolmuş bir haldedir. Öteki yol ise eski “Kıral Yolu”nu ihya etmektedir. Mühendisler bu ikinci yolun hem asıl eski seyrini, hem de sonradan Roma hükümeti zamanında tadil edilen seyrini tetkik etmişlerdir. (Remsi ve turistleri memnun etmek için Selçuk’a bir marina yapıyoruz. RT). Hâlihazırda Anadolu’nun yol sistemi değişmektedir. Vapurlar çıkalıdan beri, İstanbul’dan İmparatorluğun muhtelif vilayetlerine uzanan kara yolları kullanılmaz olmuş, harap olmaya başlamıştır. Eskiden hükümet, ihtiyacı bu yolları mümkün olduğu kadar mamur bir halde tutuyor, posta teşkilâtını muhafaza ettiriyordu. Türklerin bu yol şebekesi, İstanbul şark imparatorluğunun payitahtı olduktan sonra tedricen tekâmül eden Bizans şebekesinin hemen hemen aynıdır. İstanbul’un tesisi hadisesi askeri, ticari maksatlarla ve Roma ile kolay irtibatı temin emeliyle vücuda gelmiş olan bu eski yol manzumesinde tam bir ihtilâl husule getirmişti. Bunun için evvela merkezi Roma olan daha eski bir yol şebekesini tetkik etmemiz lâzım geliyor. Bu sisteme göre bütün yollar Roma’ya doğru uzanırdı: Anadolu vilayetlerinin bütün mahsulâtı, Firikya’nın azim, yekpare mermer sütunlarından, Kapadokya’nın kalem imalinde kullanılan kırmızı toprağına kadar hepsi Efes limanına toplanır, oradan da garbe sevk olunurdu. Bütün memurlar, valiler Roma’dan gelir, Roma’ya avdet ederler ve yine ayni yollardan seyyahlar, tüccarlar, memurlar, ayni büyük hayat merkezine cezbolur giderlerdi. Ayni yol sistemi, Yunan kralları zamanında da mevcuttu; yalnız o zaman tamamiyle teşekkül etmemişti ve gayri muntazam bir halde bulunuyordu. Lâkin İskender’in fütuhatından evvel diğer birtakım yollar buluruz ki bunlar tamamiyle başka bir münakale şebekesinin mevcudiyetine ve memleketin tarihinde başka bir safhaya işaret eder.  (s. 84-86): Anadolu'nun Jüstinyen tarafından tertip edilen yol sisteminde çok az değişiklik olmuştur.  Bu değişikliğin amillerinden biri de İzmir'in büyümesi, Türkiye'nin ticaret merkezi vaziyetine girmiş olmasıdır. İzmir'den ta memleketin içlerine uzanan demiryolları Lidya ve Firikya'ya kadar gelmiştir. Bunlardan biri “Kıral Yolu’nun” umumi seyrini takip ederek yaylanın eteğine kadar dayanmıştır. Öteki hat ise büyük ticaret yolunu yakından takip ederek Apameya'ya kadar gelmiştir. Benin memleketi tanıdığım zamandan beri Türkler yol inşasında büyük faaliyet göstermişlerdir. Lâkin bazen de öyle yeni ve geniş yollar gördüm ki uzaktan ancak üstlerinde biten yeşil ve gümrah otlar sayesinde etraftaki arâziden tefrik olunabiliyorlardı. Yolların böyle parça parça ve irtibatsız oluşuna bir sebep de bunların köylüler tarafından yapılmasıdır; her erkek senede birkaç gün bunlar için çalışmaya mecburdur. Umumiyetle yeni yolların inşasındaki muvaffakiyetsizliğin en büyük âmili idaresizlik ve ihtikârdır. Anadolu esasen Müslüman bir memleket olmakla beraber Ermenistan'ın Hıristiyan Rusya ile birleşmeye hevesli olduğu unutulmamalıdır. Bu birleşmenin kuvveden fiile çıkması bir zaman, belki de pek az bir zaman meselesidir. Rus demiryolları ta hududa gelmiş, dayanmış olduğu halde bu taraflarda Türklerin hatta proje halinde bile bir demiryolları olmadıktan başka adamakıllı tamir görmüş adi yollan bile yoktur. Anadolu’nun en büyük nehri olan Kızılırmak ekseriya bir hudut nehri olmuştur. Nehrin doğusundaki vilayet hem Türk İmparatorluğunun en güzel parçalarından biri, hem de birçok Ermenilerin vatanıdır. Bütün bunları nazarı itibara alınca görürüz ki Rusya’nın atacağı ilk adımın kendisini ta Kızılırmak’ın sahillerine kadar indirmesi, imkânın hiç de haricinde bir iş değildir. Açık.: Hamidabat Vilâyetinin Yalavaç kazası Antiyohya Öreninde kazı süresi 1926 sonunda dolacak olan W. Ramsay’a bir yıl daha süre verildiğine dair 17.10.1926 tarihli İcra Vekilleri Kararı. (DÜSTUR, 3.tertip, Cilt 7, 2. Tab, s. 1681- 1682). Remsi, yüzlerce konuda olduğu gibi Efes’teki liman konusunda da yanılmaktadır. Efes limanı, Efes kentinin hemen yanında değil, Efes toraklarında, fakat sahilde ve Koressos’tadır (bk. Herodotos V 100 ve VI 16). 1926 yılına ait alttaki kazı resimleri Yalvaç- Belediye arşivinden verildi. Belediye teşkilâtına çok teşekkür ederim. 

ANADOLU’DA ELLİ YIL KALAN BİR PAPAZ SEYYAH

ARKEOLOG REMSİ (W. M. RAMSAY)

Arkeolog ve Papaz olan Remsi, 1880’de ülkemize gelmiş, ülkemizi gezmiş, makale ve kitaplar yazmış, ara sıra da ülkesine dönerek, yaptığı çalışmalar hakkında kendini destekleyen kurumlara rapor vermiştir. 1939 yılında ölen Remsi’nin 1926-1928 yıllarında bile hâlâ Yalvaç-Antakya öreninde kazı yaptığını görüyoruz. 

O yıllarda Anadolu’yu tozlu yol yapan Batılı gezgin ve araştırmacılar, behemehâl birbirleriyle yazışmakta ve birbirlerini bilgilendirmektedirler.

Ülkemizi büyük heyetler hâlinde ve zaman zamanda yalnız gezmişler, izinli ve izinsiz kazılar yapmış, Anadolu’da buldukları tarihî eserleri yağmalamış, kaçırmış ve insanımızın birçok cepheden röntgenini çekmişlerdir. Remsi’nin eserlerinden bazıları şunlardır.

* 1882 “Küçük Asya’da Çalışmalar”. 

* 1886 “Manuel’in Türklere karşı Seferi, MS 1176”.

* 1887 “Firikya’nın Şehir ve Piskoposlukları”. 

* 1890 Historical Geography of Asia Minor (Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası).

* 1897 “Firikya’nın Şehir ve Piskoposlukları ve Türkiye İzlenimleri”.

* 1902 “Küçük Asya’da Tarihi ve Dini Belirleyen Coğrafî Koşullar”. 

* 1906 “Wilson Mütevelli Heyeti'ne Firikya ve Likonya'daki Keşif Üzerine Ön Rapor”.

* 1915 “Yeni Ahit'in Güvenilirliğine İlişkin Son Keşfin Taşıdığı (Klasik Yeniden Basım), Unutulmuş Kitaplar”.

* 1918 “Başkanlığın Coğrafya Derneği'ne Adresi, Coğrafya Öğretmeni”.

* 1960 Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, terc.. Mihri Pektaş, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

* 2000 Tarsus (Aziz Pavlus’un Kenti), terc.. Levent Zoroğlu, Türk Tarih Kurumu, Ankara.

* 2015 19. yy Sonlarında Türkiye’de Günlük Yaşam, Agnes Dick Ramsay, terc. R. Ç. Oban, E. Uyanık,

* 2019 İsyan Günlerinde İstanbul, Bir İngiliz Arkeolog’un Gözünden 31 Mart Vakası, terc. G. Şehirli, Timaş Yayınları.

Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası adlı kitap, benin başucu kitaplarından en başta gelendir. 2008 yılından beri çok sık başvurduğum kitabı eskittim sayılır, ama hâlâ ulaşamadığım ve çözemediğim hususlar var.

Eseri 1960 yılında Türkçeye kazandıran Mihri İffet Pektaş, Remsi’yi (1851-1939) şöyle tanıtır:

Anadolu kıtasının göğsünde izleri silinmiş gibi uzanan eski yolların çizdiği hiyerogliflerde kendisinden evvel kimsenin şüphe etmediği, esrarlı bir mana sezen, bu çıplak ve ketum toprak yığınlarının altında ne Grek, ne de İranî olmayan, daha eski ve çok medeni bir varlığın uyumakta olduğuna inanan ilk arkeolog Sir William Ramsay olmuştur.

-Mihri İffet Pektaş (1897-1979) - Remsi (W. M. Ramsay, 1851-1939)-

Yeni Ahit Uz. Oxford Ü. Profesörü Remsi, arkeoloji ve tarih alanlarında dokuz farklı üniversiteden fahri doktora alır. Onu, 13. Leo altın madalya (yıl 1893), Kraliyet Coğrafya Topluluğu ise Viktoria Madalyası ile ödüllendirir (yıl 1906).

Mihri İffet (1895-1979), sıradan bir çevirmen değil, onun çok güzel bir Türkçesi ve tarih bilgisi vardır. Robert Kolej (Amerikan Kız Koleji) mezunu ve Kolejin Türkçe ve İngilizce öğretmenidir. 1935’de Atatürk’ün isteğiyle MV olmuş, üç dönem Milletvekilliği yapmıştır. Robert Kolej’in ilk Müslüman öğrencisi ve kolejin İkinci Müdürü, Kurtuluş Harbinde Atatürk’e, Lozan görüşmelerinde ise Türk heyetine tercümanlık yapan Hüseyin Pektaş’la evlenmiştir.

Hamdullah Suphi, TE. 1828, Türk Yurdu, “Eski Anadolu ve Sör Vilyam Mişel Ramzey” yazısında, Remsi’nin, ilk defa 1880’de Anadolu’ya ayak bastığını söyler ve Remsi’nin “ulvî ve müheyyiç bir cümlesini” şöyle verir:

“Karanlıkların içinde bir çocuk gibi etrafımı yoklaya yoklaya dolaşıyorum. Zaman zaman peyda olan bir ışığın altında biraz görür gibi, farkeder gibi oluyorum, tekrar karanlıklara dalıyorum ve aramakta devam ediyorum.

Zaman zaman peyda olan o hafif ışığın bana gösterdiği hakikat odur ki, eski Anadolu’da evvelâ Romalılar, Romalılardan evvel Greko İyonyenler ve onlardan evvel Hititler ve Hititlerden evvel ise kadim Türkçeyi konuşan cetleriniz Türkler vardı. Anadolu’da Boğa dağlarının intişar sahası gibi bazı mühim mıntıkalarına Hititler girmedi. Fakat oralarda da eski Türklerin izine tesadüf olunur”. Hamdullah Suphi bu yazısında devamla:

“V. Ramzey bu sözleri söylerken dört sene evvel Türk Yurdu’nda neşrettiğimiz bir mektubu aklıma geldi.

 Yalvaç havalisindeki yaptığı hafriyatı ve bunun neticelerini hikâye eden mektubunda Ramzey, o havalide en eski halk tabakasının Türkler olduğunu ifade ediyordu. Müze müdürünün zarif Türk işlemeleri, Türk minyatürleri ve eski Türk kilimleri ve eşyasile süslediği misafir odasında bu mübarek ve ihtiyar âlimin doğrudan doğruya ilme ve dolayısile Türk milletine ifa ettiği emsalsiz hizmeti minnettarlıkla düşündüm. Anadolu üzerinde tarihî haklar iddia edenlere karşı Ramzey’in elimize verdiği müdafaa silâhı tarafımızdan ödenmesi muhal olan bir kıymet ve ehemmiyettedir. Tekrar sordum: - Anadolu’da Rumluk bir ırk mıdır, din midir? Sarahat ve kat’iyetle cevap verdi: 

- Anadolu Rumluğu din üzerine müesses bir milliyettir. Doğrudan doğruya bir millet değildir. Grekler vahdeti ancak Ortodoks kilisesi sayesinde tesis ettiler. Anadolu’da millet ve milliyet anlamında Rumluk yoktur” [Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Günebakan, 2. Bs. Ankara 1929, s.192-94]. Remsi’nin bazı sözlerine şüpheyle yaklaşıyorum. O, bazı sözlerini günün icabı, Türkleri hoşnut etmek için söylemiş olabilir. Onun esas fikirleri kitabındadır.

Bu büyük araştırmacı görüleceği gibi, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyası hakkındaki usûlî ve ufkî meselelerde başarılı olmuş, ama yabancı olduğu için olacak, arazi ve şehirlerin yerinde pek çok hata yapmıştır.

1. Anadolu ve bilhassa Göller Bölgesi’nde vukû bulan coğrafî değişimi fark edememiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak, “ya benim eserim sırf bir hatadan ibarettir, yahut da Anadolu haritasının büyük bir kısmı tamamiyle değişmelidir” der (s.106). Ve böylece hatalarına işaret etmekle kanaatimce büyüklük göstermiştir.

2. İslam coğrafyacılarından İbn Hordazbih ve el-İdrîsî’nin verdikleri yolları araziye yerleştirememiştir. Hâlbuki bu yollar, Anayol (via regia) ve Roma Askerî yolu olup, Roma kaynaklarından alınmadır.

2.1. Anayol’u (Tarikü’l-Cadde, Kıral Yolu, via regia) bilememiş ve araziye yerleştirememiştir.

2.2. Roma Askerî Yolu’nu bilememiş ve araziye yerleştirememiştir.

2.3. Şehirlerin yerini yanlış bildiği için Pötinger (Peutinger) tablolarını araziye yerleştirememiştir.

3. Kapadokya’nın güneyindeki Ankara’yı bilememiş, onu Kütahya ile Bergama arasına koymuştur.

4. Bizans Asyası’nın yerini bilememiştir. O, bu konuda “tam Bizans mânasiyle Asya bence o kadar müphem ve az bilinen bir eyalettir ki, buna ait şehirlerin yerlerini inceden inceye münakaşa edemeyeceğim” der (s.111). 

5. Thrakesia temasının yerini bilememiştir.

6. Firikya Hellespontia’nın yerini bilmez ve “Büyük Firikya tâbiri, eski Firikya Hellespontia tâbirinin uzak bir hatırasına benzer” der (s.165) ve onu da Balıkesir ile Çanakkale tarafına götürür.

7. Hatalı olarak, Kelene (Kelainai) ve Apameia’yı Dinar, Amorion’u Emirdağ-Hisarlıkaya, Eumeneia’yı Çivril-Işıklı, Tyna’yı ise Niğde-Kemer-hisar’a yerleştirmiştir.

8. Brakena’nın (Prakana, Bragana) İbradı, Seleukeia’nın Manavgat-Selukule olduğunu bilememiştir.

9. Aynı adla anılan birçok ikinci ve üçüncü şehirlerden Laodikya (Eğirdir), İznik veya Mikra İznik (Senirkent-Uluğbey), Myria, Myrina, Myrna (Barla önü: İzmir, Apameia), Kyzikos (Afşar-Kızık), Bergama (Hoyran Gölü Gaziri Adası), Edremit (Yalvaç- A. Tırtar) vs gibi birçok şehrin yerini bilememiştir.

Eski Tralles (Barla), Tripolis (Barla yanı), Ainos (Barla önü), Sart (Barla), Parlais (Barla), üçüncü bir Menderes, ikinci bir Sangarios, ikinci, üçüncü Halys ile Yalvaç’ın Alaşehir olduğunu bilemez. Poimenenon, Lopadion, Dipotamon veya Mesanakta, Kırk Martyrs Gölü, Kedrea, Lampe ve Soublaion’u yanlış yerleştirir. Selçuk-Ayasuluk’tan gayri, iki adet daha Ayasuluk’u, ikinci bir Efes, ikinci bir Lidya ile Mysia Olympos’u ve Aorata denilen yeri bilemez. Aorata, Şarkîkaraağaç-Oras köyüdür.

10. Kemer Boğazı garbındaki Aporidoskome’yi (Geçit vermez köyü), Isparta-Baradız’a götürmüştür.

11. İskender (MÖ 333) ve Konsül Manlius Vulso’yu (MÖ 189) yanlış yoldan Gordion’a götürmüştür.

12. Akhyraous (Kotoiraikia: Kötürnek-Gelendost), Kiminas (Gemen-Yalvaç) ile Gelendost-Yalvaç civarındaki birçok ismi Balıkesir-Çanakkale civarına götürür. Bu misalleri daha da çoğaltabiliriz.

13. En mühim hatası, olaylarda zikredilen isimleri, olayların vuku bulduğu yerlerde arayacağına, olayları, herkesçe malum şehirlerin yerlerine götürmüş ve bu sebepten ilk yedi kiliseyi de bilememiştir.

14. İlk yedi kilise; 1. Gelendost- Efes, 2. Eğirdir (Laodikya), 3. Barla (Sart), 4. Barla-Eye Br. (Myria: Apameia), 5. Kemer Boğazı (Thyateira), 6. Hoyran Gölü Gaziri Adası (Bergama), 7. Yalvaç (Filadelfiya).

Bu söylenenler, onun eserinin sıhhat derecesi hakkında yeterli bilgiyi verir. Buna rağmen büyük araştırmacıyı silip atamayız.

Onun çalışmalarında kullandığı kaynaklardan aktardığı bilgiler ve düşünme tarzı çok mühimdir.

O, bu eserini yazmamış olsaydı, ben şahsen bir adım atamazdım. Tâbir caizse o torbasına gerekli bütün taşları doldurmuş, fakat dizmesini becerememiştir. Bir nebze de olsa onun torbasındaki taşları dizmek bize nasip oldu.

*** 

Remsi’yi Anadolu’ya gönderen Asya Keşif Fonu ile Kraliyet Coğrafya Kurumu’dur. O, Şarklılık-Yunanlılık konusunda dikkate şayan, şahane tasvirlerde bulunur (s. 23-26). Hep beraber okuyalım:

Asya ile Avrupa’nın arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadası tarihin başlangıcından beri şark ile garbın harp meydanı olmuştur. Bu köprüden şarkın dini, sanatı, medeniyeti Yunanistan’a geçmiş, yine bu köprüden Yunan medeniyeti Makedonyalı İskender’in eliyle şarkı zapt ve teshir etmek, Asya’yı ta Hindistan’ın kalbine kadar değiştirmek üzere geri dönmüştür.

Şarkın garbı yenmek için yaptığı her teşebbüste sırası ile Farslar, Araplar, Mongollar ve Türkler hep bu yoldan gelip geçmişlerdir. Onu (Anadolu’yu) şark ruhiyle garp ruhunun cenk meydanı yapan sebep memleketin kendi tabii vaziyetidir. Bu geniş, hareketsiz ve yeknesak yayla, orta Asya’nın bir temadisi gibidir. 

Yayla, manzarası itibariyle de, garp sahillerinin son derecede zıddıdır:· Yaylanın Antitoros’tan başlayıp garbe doğru uzanan mühim bir kısmını: hafif inişli yokuşlu ovalar teşkil eder. Manzara yeknesak ve donuktur. Hatta Firikya’nın dağlarında bile bir serâzatlık görülmez. Lâkin her tarafta renk hazin olmakla beraber, bu yerlerin kendine mahsus öyle bir cazibesi vardır ki, bir zaman sonra insanın kalbini Yunan âleminin o parlak mütenevvi manzarasından daha kuvvetle teshir eder. Uzun, şedit kışlarla, kısa, sıcak yazların arasındaki büyük tezat, şüpheli bir yağmur bekleyen mümbit topraklar, bura ahalisinin ruhuna insanların hiçliğini, tabiatın kuvvetlerine olan zebunluğunu silinmez bir surette yerleştirmiştir. 

Bu halet-i ruhiyeye yaylanın dininde ve efsanelerinde de tesadüf ederiz. Bu efsanelerin hepsi hazindir. Lâkin Adalar Denizinin sahillerinde manzara Yunanistan’daki kadar parlak ve mütenevvidir. Körfezlerle burunların, taşlık sivri dağlarla mümbit vadilerin mütemadi tahavvülünde yeknesaklıktan, hüzünden eser yoktur. Birbirini takip eden dillerle burunlar, kendilerini adalardan ayıran denizi sanki aşmak ister gibi garba doğru uzanırlar. Böylece yayla, her cihetten şarkla garbin arasında bir hudut, şark ve garp ruhlarının çarpıştığı bir meydan olmuştur. 

Romalılar Anadolu’da hüküm sürdüler, çünkü o harikulâde idare kabiliyetleriyle hükümetlerinin tarzını yaylanın insanlarına uydurmasını bilmişlerdi. Filvaki büyük şehirler zahiri bir garp çehresi takındılar, Lâtin ve Yunan isimleri aldılar; Latince ve Yunanca, hükümetin, kültürlü sınıfın, yüksek tabakanın lisanı oldu. Edebiyat ve çok derin gitmeyen tarih yalnız bu sathi görünüşü takip etti. Ben de seyahatime başladığım zaman meselenin bundan başka türlü olabileceğini hatırımdan bile geçirmiyordum. Lâkin ben de hakiki vaziyetin bundan tamamiyle başka olduğuna yavaş yavaş kani oldum. Miladın üçüncü asrında bile Yunanca yayla halkının lisanı değildi: büyük bir kısım halk LikonyaGalatya ve Firikya lisanlariyle konuşuyorlardı, yalnız kitap yazanlar Yunancayı, hükümet erkânı Latinceyi kullanıyordu. Halk kendi dinini tutmakta devam ediyordu: her ne kadar münevver tabaka kendi ilâhlarını Yunan ve Roma ilâhlariyle birleştiriyorlar, onlara Yunan isimleri veriyorlarsa da bunların hiçbirinde Yunanlı ve Romalı evsafı yoktu; tamamiyle Asyaî idiler. Hıristiyanlık memleketi zaptettiği zaman ne Yunanistan’ın, ne de Roma’nın yapamadığı bir şeyi yapmağa muvaffak oldu: Lisanını halka cebren kabul ettirdi. Lâkin Firikya’nın Hıristiyanlığı asla Avrupa’nınkine benzememiştir. Yunanî ve Lâtin isimler alan birçok şehirleri bir zaman sonra tekrar eski isimlerine avdet etmeleri çok dikkate değer.

Konstantinople şehrinin tesisi garbın Anadolu’yu sahiden teshir edemediğine bir işaretti. Her ne kadar Roma dehâsının kurduğu idari teşkilatın muazzam kuvveti asırlarca sürdü ise de Bizans hükümetinde şarkın ruhu asırdan asra kuvvetlendi; bir hükümdar ailesi ötekini devirdi ve her yeni gelen kendinden evvelkinden daha az garplı oldu. Firikyalılar, İsauryalılar, Kappadokyalılar ve Ermeniler Romalı imparatorlar tarzında birbiri arkasından hüküm sürdüler. Nihayet bir gün tamamiyle şarklı olan Osmanlı sülalesi gelip bu zahiri garp şeklini de bertaraf etti. Anadolu’nun lisanı, dini ve idaresi en nihayet fıtratının meylettiği şarklı hedefe vasıl olmuştu. 1453’te İstanbul’un zaptı ile tamamlanan bu seyir ve cereyandan daha şayanı dikkatini tarihte bulmak kabil değildir.

Bugün, şarkın Anadolu’da asırlardan beri engelsiz devam eden idaresinden sonra, eski cidal yeniden canlanmıştır. Adalar Denizi sahilinde Rum unsuru yavaş yavaş şarklının yerini almaktadır. 

Yunan ırkının kendi hükümetinden başka her hükümet idaresinde gösterdiği kuvvet ve hayatiyet sahildeki vadileri yavaş yavaş ele geçiriyor demiştim, ama itiraf etmeliyim ki, Yunanistan’ın bu birkaç sene zarfında gösterdiği inkişaf dört sene evvel yazılan bu cümledeki imayı tekzip ediyor. Osmanlı unsur her ne kadar ricat etmiyor yahut açık harple geri sürülmüyorsa da sahilde yavaş, fakat kat'i bir inhilal ile ölmektedir. Bununla beraber içeriler hâlâ tamamiyle şarklıdır. 

Anadolu’da iki rakip şebeke görürüz: bunların birisi Yunan - Roma zamanından kalma eski büyük şark yolunu takip ederek, büyük Yunan-Roma payitahtı olan Efes'ten geçer ki, şimdi bu şehir limanını kaybetmiş, tamamiyle mahvolmuş bir haldedir. Öteki yol ise eski “Kıral Yolu”nu ihya etmektedir. Mühendisler bu ikinci yolun hem asıl eski seyrini, hem de sonradan Roma hükümeti zamanında tadil edilen seyrini tetkik etmişlerdir. (Remsi ve turistleri memnun etmek için Selçuk’a bir marina yapıyoruz. RT).

Hâlihazırda Anadolu’nun yol sistemi değişmektedir. Vapurlar çıkalıdan beri, İstanbul’dan İmparatorluğun muhtelif vilayetlerine uzanan kara yolları kullanılmaz olmuş, harap olmaya başlamıştır. Eskiden hükümet, ihtiyacı bu yolları mümkün olduğu kadar mamur bir halde tutuyor, posta teşkilâtını muhafaza ettiriyordu. Türklerin bu yol şebekesi, İstanbul şark imparatorluğunun payitahtı olduktan sonra tedricen tekâmül eden Bizans şebekesinin hemen hemen aynıdır. İstanbul’un tesisi hadisesi askeri, ticari maksatlarla ve Roma ile kolay irtibatı temin emeliyle vücuda gelmiş olan bu eski yol manzumesinde tam bir ihtilâl husule getirmişti. Bunun için evvela merkezi Roma olan daha eski bir yol şebekesini tetkik etmemiz lâzım geliyor. Bu sisteme göre bütün yollar Roma’ya doğru uzanırdı: Anadolu vilayetlerinin bütün mahsulâtı, Firikya’nın azim, yekpare mermer sütunlarından, Kapadokya’nın kalem imalinde kullanılan kırmızı toprağına kadar hepsi Efes limanına toplanır, oradan da garbe sevk olunurdu.

Bütün memurlar, valiler Roma’dan gelir, Roma’ya avdet ederler ve yine ayni yollardan seyyahlar, tüccarlar, memurlar, ayni büyük hayat merkezine cezbolur giderlerdi. Ayni yol sistemi, Yunan kralları zamanında da mevcuttu; yalnız o zaman tamamiyle teşekkül etmemişti ve gayri muntazam bir halde bulunuyordu. Lâkin İskender’in fütuhatından evvel diğer birtakım yollar buluruz ki bunlar tamamiyle başka bir münakale şebekesinin mevcudiyetine ve memleketin tarihinde başka bir safhaya işaret eder. 

(s. 84-86): Anadolu'nun Jüstinyen tarafından tertip edilen yol sisteminde çok az değişiklik olmuştur. 

Bu değişikliğin amillerinden biri de İzmir'in büyümesi, Türkiye'nin ticaret merkezi vaziyetine girmiş olmasıdır. İzmir'den ta memleketin içlerine uzanan demiryolları Lidya ve Firikya'ya kadar gelmiştir. Bunlardan biri “Kıral Yolu’nun” umumi seyrini takip ederek yaylanın eteğine kadar dayanmıştır. Öteki hat ise büyük ticaret yolunu yakından takip ederek Apameya'ya kadar gelmiştir. Benin memleketi tanıdığım zamandan beri Türkler yol inşasında büyük faaliyet göstermişlerdir. Lâkin bazen de öyle yeni ve geniş yollar gördüm ki uzaktan ancak üstlerinde biten yeşil ve gümrah otlar sayesinde etraftaki arâziden tefrik olunabiliyorlardı. Yolların böyle parça parça ve irtibatsız oluşuna bir sebep de bunların köylüler tarafından yapılmasıdır; her erkek senede birkaç gün bunlar için çalışmaya mecburdur. Umumiyetle yeni yolların inşasındaki muvaffakiyetsizliğin en büyük âmili idaresizlik ve ihtikârdır.

Anadolu esasen Müslüman bir memleket olmakla beraber Ermenistan'ın Hıristiyan Rusya ile birleşmeye hevesli olduğu unutulmamalıdır. Bu birleşmenin kuvveden fiile çıkması bir zaman, belki de pek az bir zaman meselesidir. Rus demiryolları ta hududa gelmiş, dayanmış olduğu halde bu taraflarda Türklerin hatta proje halinde bile bir demiryolları olmadıktan başka adamakıllı tamir görmüş adi yollan bile yoktur. Anadolu’nun en büyük nehri olan Kızılırmak ekseriya bir hudut nehri olmuştur. Nehrin doğusundaki vilayet hem Türk İmparatorluğunun en güzel parçalarından biri, hem de birçok Ermenilerin vatanıdır. Bütün bunları nazarı itibara alınca görürüz ki Rusya’nın atacağı ilk adımın kendisini ta Kızılırmak’ın sahillerine kadar indirmesi, imkânın hiç de haricinde bir iş değildir.

Açık.: Hamidabat Vilâyetinin Yalavaç kazası Antiyohya Öreninde kazı süresi 1926 sonunda dolacak olan W. Ramsay’a bir yıl daha süre verildiğine dair 17.10.1926 tarihli İcra Vekilleri Kararı. (DÜSTUR, 3.tertip, Cilt 7, 2. Tab, s. 1681- 1682).

Remsi, yüzlerce konuda olduğu gibi Efes’teki liman konusunda da yanılmaktadır. Efes limanı, Efes kentinin hemen yanında değil, Efes toraklarında, fakat sahilde ve Koressos’tadır (bk. Herodotos V 100 ve VI 16).

1926 yılına ait alttaki kazı resimleri Yalvaç- Belediye arşivinden verildi. Belediye teşkilâtına çok teşekkür ederim. 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve kureselakdeniz.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.